Dünya Ekonomisinin Son Durumu

Dünya Ekonomisinin Son Durumu

Dünyanın bir yılda yapabildiği üretimin toplam değeri yani dünya Gayri Safi Yurtiçi Hasılası(GSYH) kabaca 70 trilyon dolar. Yani 7 milyar dolayında insan bir yıl çalışıp didinip adam başına yaklaşık 10 bin dolarlık üretim yapıyor. Çocukları, yaşlıları, yani üretimde olmayanları düşerek hesaplarsak adam başına üretim değeri daha yukarılara çıkar kuşkusuz ama ekonomide işleri basitleştirmenin yolu ne yazık ki her şeyi nüfusa bölüp kurtulmaktan geçiyor.

 

2011 verileriyle baktığımızda ABD bu üretimin 15 trilyon dolarlık bölümünü yapıyor. Yani adam başına yılda yaklaşık 50 bin dolarlık bir üretim katkısında bulunuyor. Euro bölgesi yaklaşık 13 trilyon dolarlık üretim yapıyor, adam başına üretime katkıları 40 bin dolar dolayında. Çin’in dünya üretimindeki payı yaklaşık 7,3 trilyon dolar. Çinlilerin adam başına üretime katkısı 5400 doların biraz üstünde. Japonya aşağı yukarı 6 trilyon dolarlık yıllık üretim yaparak dünya GSYH’sında dördüncü sırada yer alıyor. Japonların bu üretime adam başına katkısı yıllık 46 bin dolar.

 

Demek ki toplam 70 trilyon dolar dolayındaki dünyanın bir yıllık toplam üretiminin yüzde 60’a yakın bölümü bu dört ekonomiden geliyor (yüzde 21’i ABD, yüzde 19’u Euro bölgesi, yüzde 10’u Çin ve yüzde 9’u Japonya’dan.)        

 

Türkiye’nin GSYH’sı 766 milyar dolar, nüfusu da 75 milyon kişi olduğuna göre kişi başına üretime katkısı yıllık 10 bin doların biraz üstünde. Türkiye, küresel sistemde hem gelir hem de nüfus bakımından yüzde 1’lik bir yer tutuyor.

 

Japonya, bu ekonomiler içinde ilk krize giren ekonomi oldu. Yaklaşık 20 yıldır krizden ve durgunluktan çıkıp eski günlerine geri dönemedi. Mali gevşeme ve parasal gevşeme denediler olmadı, tersini yapıp sıkı politikalar denediler olmadı. Birkaç küçük refleks tepkisi dışında Japon ekonomisi bilinen ekonomi politikalarına yanıt vermedi.   

 

ABD 2006’daki subprime mortgage krizinin ve özellikle de 2008’deki Lehman Brothers krizinin yarattığı olumsuz gidişattan sıyrılıp çıkamadı. ABD Merkez Bankası (FED) çeşitli parasal gevşeme politikaları uygulayıp ortalığa para saçmış olsa da çözüm henüz gelmiş değil. Son dönemde ABD ekonomisi biraz toparlanma içinde görünse de küresel sistemin öte tarafından gelen bozulmaların da etkisiyle bu toparlanma iyileşmeye dönüşemiyor.

 

Euro bölgesi 2010’dan başlayarak girdiği krizde 2011 yılında zirve yaptı. Artık normale dönüş başlar derken o yıl zirve de aşıldı. Şu sırada Euro bölgesi tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Yunanistan battı ama batmadığı varsayılıyor, İspanya’nın eli kulağında, İtalya için Euro’dan çıkış senaryoları tartışılmaya başlandı. Avrupa Merkez Bankası’nın likidite sağlama çabaları şu sıralarda yetersiz kalmış görünüyor. Avrupa resesyondan çıkamıyor.

 

Son yıllarda küresel ekonomik sistemin tek itici gücü olarak ayakta kalmayı başaran Çin’den gelen sinyaller ekonomide bozulmayı işaret ediyor. Bozulma asıl olarak büyüme oranında görülüyor. Son yıllarda yüzde 9 gibi oranlarla büyüyen Çin’in bu yılın II. çeyrek büyüme oranı yüzde 7,6 çıkınca telaş başladı. Çin Merkez Bankası, ekonomiyi canlandırabilmek için faiz oranlarını düşürdü. Oysa Çin’in sorunu kendi ekonomisinin canlanması değil. Çin, üretiminin çoğunu ihraç eden bir ekonomi yapısına sahip olduğu için asıl olarak dış talebin artması gerekiyor. Bu da Çin’in elinde olan bir şey değil. Son dönemde Çin ile ilgi asıl endişe verici konu ekonomik göstergelerin gerçekleri yansıtmadığı ve manipüle edildiği iddialarının giderek yoğunluk kazanmış olması. Eğer sayılar ve oranlar açıklananlara göre daha kötüyse Yunanistan’daki gibi, Lehman Brothers olayındaki gibi ya da Libor oranının saptanmasındaki gibi bir sorunla karşı karşıya kalacağız demektir. Böyle bir durum varsa bu, beklentilerin daha da bozulmasına yol açar.   

 

Türkiye, en son 2001’de krize girdi ve dinamik ekonomisi sayesinde 1 – 2 yıl içinde krizden çıkıp hızlı bir toparlanma içine girdi. Küresel krizden de fazla etkilenmedi çünkü küresel sistem içindeki yeri yüzde 1. 

 

Demek ki küresel sistemin yüzde 60’ı ekonomik açıdan sorunlar içinde bulunuyor. Çin de bu sorunlarla karşılaşınca işler daha da karıştı. Şimdi iki kritik sorudan ilki şu: Küresel sistemin geri kalan yüzde 40’lık bölümü sorunlu yüzde 60’lık bölümü taşıyabilecek mi? 

 

İkinci soru sistemin geleceği açısından çok daha önemli görünüyor: Bu kadar müdahaleye, bu kadar ortalığa para dökülmesine, maliye politikası ve para politikası bu kadar gevşetilmesine karşın ekonomiler niçin canlanmıyor?

 

İlk sorunun yanıtını muhtemelen bu yılın sonları ve gelecek yılın ilk aylarına doğru çok daha net bir biçimde göreceğiz.

 

İkinci sorunun yanıtını da daha önce çeşitli yazılarımda vermeye çalışmıştım. Küresel sistemin en önemli unsuru olan sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, yani paranın sorgusuz sualsiz istenen yere gönderilebilmesi, sistemin altyapısını değiştirdi. Eski sistemde parayı basıp dağıttığınızda insanlar alıp büyük çoğunluğunu aynı yerde harcarlar ve ekonominin canlanmasına katkıda bulunurlardı. Yani Keynesyen sistem yüzde 80 kapasiteyle çalışırdı. Küresel sistemde sermaye hareketleri serbest kalınca durum değişti. Bugün ABD’de ya da Euro bölgesinde dağıtılan paralar bulunduğu yerde harcanmak yerine faiz nerede yüksekse, getiri nerede fazlaysa oraya gidiyor. Yani Keynesyen politikalar, sorunun olduğu yerde artık örneğin yüzde 20 etkinlikle işleyebiliyor.

 

Bu ikinci sorunun çözümü için eğer bir yol bulunamazsa kapitalist sistemin kurumları, sermaye hareketlerinin geçici süreyle kısıtlanmasını savunmak durumuna düşebilir. Ki bu da sistemin gelişim hatasını kabul etmek anlamına gelir.